İşaret Kitabı 2. Bölüm
Bölüm 2
Herkesin okuldan ayrılmasına yetecek kadar bir zamanın geçtiğine ikna olunca saçlarımı yeniden alnıma düşürüp tuvaletten çıktım. Hızlı adımlarla park alanına açılan kapıya yürüdüm. Ortalıkta, ciddi anlamda sevimsiz bol ve düşük belli bir pantolon giymiş çocuktan başka kimse kalmamıştı. Bütün dikkatini pantolonunu düşürmeden yürümeye verdiği için, benim farkıma dahi varmayacaktı. Başımdaki zonklamaya dayanabilmek için dişlerimi sıkarak, hızla kapıdan çıktım ve doğruca küçük vosvosuma yürüdüm.
Dışarı adım attığım anda güneş beni hırpalamaya başladı. Güneşli bir gün değildi; gökyüzünde, resimlerde pek sevimli görünen o büyük ve şişkin bulutlar süzülüyor, güneşi kısmen bloke ediyordu. Ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Acı içinde gözlerimi kısmak ve güneşi engellemek için ellerimi gözlerime siper etmek zorunda kaldım. Bütün dikkatimi güneş ışıklarının neden olduğu acıya verdiğim için olsa gerek, hemen önümde keskin bir frenle durmak zorunda kalan kamyoneti fark etmemiştim.
“Hey, Zo! Mesajımı almadın mı?”
Ah, lanet olsun! Lanet olsun! Bu, Heath’ten başkası değildi. O aptal korku filmlerinden birini seyreder gibi başımı kaldırıp ona parmaklarımın arasından baktım. Arkadaşı Dustin’in kamyonetinin açık kasasında oturuyordu. Omzunun üstünden kamyonetin ön kabininde oturan Dustin ve kardeşi Drew’u görebiliyordum. İkisi artık paylaşamadıkları her neyse –her zamanki gibi- kim bilir ne kadar aptalca bir erkek tartışmasına dalmışlardı. Tanrıya şükür, benden tarafa bakmıyorlardı tekrar Heath’e baktım ve iç geçirdim. Elinde bir bira, yüzünde aptalca bir gülümseme vardı. Biraz önce İşaretlendiğimi ve yakın zamanda kan emici bir canavara dönüşmeye aday olduğumu bir an için unutarak yüzümü buruşturdum.
“Okulda içki mi içiyorsun? Delirdin mi yoksa?”
Yüzündeki çocuksu gülümseme iyice yayıldı. “Evet, deliyim… Ama sana deliyim, bebeğim.”
Ona sırtımı dönerken başımı salladım. Vosvosumun gıcırtılı kapısını açıp, kitaplarımı ve sırt çantamı yolcu koltuğuna attım.
“Neden futbol antrenmanında değilsiniz?” Yüzümü görmemesi için başımı eğik tutmaya özen gösteriyordum.
“Duymadın mı? Cuma günü Birlik’in canına okuduğumuz için bu gün izinliyiz.”
Nihayet bizden tarafa bakmaya karar veren Dustin ve Drew kamyonetin içinde “Aynen öyle” ve “Yippuuu!” gibi tuhaf sesler çıakrıyorlardı.
“Ah.Hayır. Herhalde anonsu kaçırmışım. Bu gün çok meşguldüm. Biliyorsun yarın büyük geometri sınavı var.” Elimden geldiğince normal ve kayıtsız görünmeye çabalıyordum. Sonra öksürdüm ve “ Ayrıca, galiba hastalanıyorum,” diye ekledim.
“Zo, cidden. Bir şeye falan mı kızdın? Yoksa Kayla partiyle ilgili bir şeyler mi zırvaladı? Biliyorsun, seni gerçekten aldatmadım ben.”
Ha? Kayla, Heath’in beni aldatması konusunda tek kelime etmemişti. Tam bir moron gibi, yeni işaretimi bir an için – geçici olarak- unutuvermiştim. Kafamı hızla kaldırıp ona baktım.
“Sen ne yapmadım dedin, Heath?”
“Zo, ben… Böyle bir şeyi asla…” Fakat masumane tavrı ve sıralamaya hazır olduğu bahaneler, alnımdaki İşareti görmesi ve ağzının şaşkın –ve hiç çekici olmayan bir şekilde- açık kalmasıyla uçup gitti. “Bu da neyin…” Cümlesini tamamlamasına izin vermeden onu susturdum.
“Şışşt!” Başımla hiçbir şeyden haberi olmayan ve avazları çıktığı kadar haykırarak Toby Keith CD’sine eşlik etmekte olan Dustin ve Drew’u işaret ettim.
Heath’in gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı ama sesini alçaltmayı başardı “Drama dersi için makyaj falan mı denedin?”
“Hayır” diye fısıldadım. “Makyaj değil.”
“Ama sen İşaretlenmiş olamazsın. Biz çıkıyoruz.”
“Biz çıkmıyoruz!” Ve tam o anda bir süreliğine askıya alınan öksürme durumum yeniden su yüzüne çıkıverdi. Ciddi anlamda kötü ve bol balgamlı bir öksürme krizi beni iki büklüm etmişti.
Dustin kamyonetten “Hey Zo!” diye seslendi. “Sigaraya biraz ara versen iyi olur.”
“Evet ya” dedi Drew. “Öksürürken ciğerlerin sökülüyor sanki.”
“Çocuklar! Kıza rahat verin. Sigara içmediğini sizde biliyorsunuz. O bir vampir.”
Harika. Mükemmel. Heath her zamanki gibi, tamamen sağduyu yoksunu haliyle, sözüm ona beni savunmak için arkadaşlarına bağırıyordu. aynı arkadaşlar kafalarını kamyonetin pencerelerinden uzatıp bana bir fen deneyini izler gibi dikkatle bakmak konusunda hiç gecikmediler.
“Siktir! Zoey lanet olası bir ucube olmuş.” Dedi Drewç
Drew’ın bu fazla yoğun içerikli sözcükleri, Kayla’nun benden uzaklaştığı anda içimde kıpırdanmaya başlayan öfke kırıntılarını kaynama noktasına getirmeye yetmişti. Güneşin neden olduğuacıyı yok sayarak gözlerimi Drew’ın gözlerine diktim.
“O lanet çeneni kapat! Gerçekten berbat bir gün geçirdim ve senin salaklıklarına hiç ihtiyacım yok.” Bakışlarımı, iri iri açılmış gözlerle bana bakmakta olan Dustin’e çevirmek için kısa bir an duraksadıktan sonra “Ya da senin,” diye ekledim. Ve Dustin’le göz temasımı sürdürürken beni hem şok eden hem de tuhaf şekilde heyecanlandıran bir şeyi fark ettim: Dustin korkmuş gibiydi. Gerçekten korkmuştu. Tekrar Drew’a baktım. Oda korkmuştu. Ve birden tenimin seğirmesine e yeni İşaretimin yanmaya başlamasına neden olan o sıcaklığı hissettim.
Güç. Hissettiğim şey güçtü.
“Zo? Neler oluyor?” Heath’in sesi dikkatimi dağıtmıştı. Bakışlarımı kardeşlerden ayırıp ona döndüm.
“Buradan gidiyoruz.” Dustin içeri çekilip gaza basmıştı bile. Kamyonet, Heath’in dengesini kaybedip aşağı kaymasına neden olarak ve arkasında toz duman –ve Heath’in elinden düşen bira kutusunu- bırakarak harekete geçmişti.
İçgüdüsel olarak öne doğru hamle yaptım. “İyi misin?” Heath ellerinin ve dizlerinin üstündeydi. Eğilip ayağa kalkmasına yardım ettim.
Ve kokuyu duydum. Çok güzel –sıcak,tatlı ve lezzetli- bir şey kokuyordu.
Yoksa Heath yeni bir kolonya mı kullanmaya başlamıştı? Genetik anlamda bir mühendislik harikası büyük bir böcek çeker gibi kadınları çekim alanına alması beklenen o tuhaf numaralardan biri miydi bu? Heath doğrulup vücutlarımız neredeyse birbirine yaslanana kadar ona ne kadar yaklaştığımı fark edemedim. Kafasını eğip gözlerinde soru işaretleriyle bana baktı.
Geri çekilmedim. Aslında çekilmem gerekirdi. Daha önce olsa çekilirdim… Ama şimdi çekilmedim. Bugün olmazdı.
Derinden gelen buğulu bir sesle “Zoey?” dedi.
“Gerçekten çok güzel kokuyorsun,” demekten kendimi alamadım. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki, zonklamayı şakaklarımda hissediyordum.
“Zoey, seni gerçekten çok özledim. Yeniden bir araya gelmeliyiz. Seni gerçekten sevdiğimi biliyorsun.” Yüzüme dokunmak için elini uzatınca, ikimizde avucundan süzülen kanı fark ettik. “Ah, lanet olsun. Sanırım…” Yüzüme bakınca susuverdi. Neye benzediğimi ancak hayal edebilirdim: bembeyaz bir surat, ışıl ışıl parlayan safir mavisi yeni İşaretim ve elindeki kana sabitlenmiş gözledim. Hareket edemiyor, bakışlarımı elinden ayıramıyordum.
“Ben…” diye fısıldadım. “İstiyorum…” Ne istiyordum? Kelimeleri bir araya getirmekte zorluk çekiyordum. Hayır, öyle değildi. Kelimeleri bir araya getirmek istemiyordum. Beni içine çekip boğmaya çalışan o yakıcı arzunun, karşı konulmaz etkisini yüksek sesle dile getiremezdim. Bunun nedeni Heath’in çok yakınımda duruyor olması değildi. Tanrım, bir senedir öpüşüp koklaşıyorduk ama daha önce bana böyle bir şey hissettirdiğini hatırlamıyordum. İnleyerek dudağımı ısırdım.
Kamyonet müthiş bir “cayk” sesiyle durdu ve geri geri bize doğru gelmeye başladı. Drew araçtan indi ve Heath’i belinden kavradığı gibi kamyonetin kabinine itti.
“Bırak beni. Zoey’le konuşuyorum.”
Heath karşı koymaya çalışıyordu ama Drew, Kırık Ok’un kıdemli defans oyuncusuydu ve ciddi anlamda iri yapılıydı. Dustin’de kamyonetin ön tarafından dolaşıp geldi ve kapıyı arkalarından kapattı.
“Onu rahat bırak, seni ucube!” Dustin gazı topuklayıp son hızla yola çıkarken, Drew camdan bana bağırıyordu.
Vosvosuma bindim. Ellerim o kadar çok titriyordu ki motoru çalıştırabilmek için tam üç defa uğraşmak zorunda kaldım.
Öksürüklerimin arasında arabayı kullanmaya çalışırken bütün gücümle “Eve git. Eve git yeter,” deyip duruyordum. Biraz önce olanları düşünmeyecektim. Biraz önce olanları düşünemezdim.
***
Eve dönüşüm on beş dakika sürerdi fakat bana göz açıp kapayıncaya kadar eve varmışım gibi geldi. Kendimi biraz fazla çabuk, içerde beni beklediğinden emin olduğum –en az gök gürültüsünün ardından şimşek çakacağından emin olduğum kadar- sahneye hazırlamak için araç yolundaki arabamda oturur buldum.
Neden buraya gelmek için bu kadar hevesli davranmıştım ki? Sanırım teknik anlamda o kadar da hevesli değildim. Tek yaptığım, otoparkta Heath’le yaşadıklarımdan olabildiğince çabuk kaçmaktı.
Hayır! şimdi bunları düşünmenin zamanı değildi. Hem zaten büyük olasılıkla her şeyin akla uygun bir açıklaması vardı : akla uygun ve basit bir açıklama. Dustin ve Drew iki gerizekalı, olgunluktan nasibini alamamış bira beyinli iki çocuktu. Onları korkutmak için ürkütücü ve yeni bir güç kullanmamıştım. Sadece benim İşaretlenmiş olduğumu öğrenince kafayı yemişlerdi. Evet, evet, olan buydu. İnsanlar oldum olası vampirlerden korkarlardı.
“Ama ben vampir değilim ki!” dedim. Ve sonra bir taraftan öksürürken Heath’in kanının ne kadar baştan çıkarıcı bir güzelliği olduğunu düşündüm. Ve o kana bakarken içimde yükselen arzu dalgasını hatırladım. Hissettiklerim Heath değil, kanı içindi.
Hayır! Hayır! Hayır! Kan güzel yada arzu uyandıracak bir şey değildi. Şok geçiriyor olmalıydım. Evet, şok geçiriyordum. Öyle olmalıydı. Şok geçirdiğim için doğru dürüst düşünemiyordum. Pekala… Pekala… Ne yaptığımı bilmeden alnıma dokundum. Artık yanmıyordu ama hala bir tuhaftı. Belki zilyonuncu defa öksürdüm. Tamam. Heath’i düşünmeyecektim ama bunu daha fazla inkar edemezdim. Kendimi farklı hissediyordum. Tenim aşırı duyarlıydı. Göğüsüm acıyordu. Gözlerimde havalı Maui Jim gözlüklerim olmasına rağmen, gözlerim acı içinde sulanmaya devam ediyordu.
“Ölüyorum…” diye inledim. Ve hemen sonra dudaklarımı sımsıkı kapattım. Gerçektende ölüyor olabilirdim. Üç senenin sonunda bile bana yuvam gibi gelmeyen büyük, tuğla eve baktım. “Yap bitsin. Yap, kurtul…” En azından ablam evde olmayacaktı. Bu saatlerde amigo takımının çalışma zamanında olurdu. Troll’ün de yeni video oyunu Delta Gücü: Kara Şahin Düştü’nün karşısında (şey… ıyyk) kendinden geçmiş olacağını umuyordum. Annemle baş başa konuşabilirdim. Belki o anlardı. Belki ne yapılması gerektiğini bilirdi.
Ah, lanet olsun. On altı yaşındaydım ve birdenbire hiçbir şeyi, annemi istediğim kadar istemediğimi anlıyordum.
Beni dinliyor olabilecek tanrı yada tanrıçanın duyması için fısıldayarak dua ettim : “Lütfen annem anlasın.”
Her zamanki gibi, eve garajdan girdim. Koridoru geçip odama gittim ve geometri kitabımı, çantamı ve sırt çantamı yatağın üstüne attım. Sonra derin bir nefes aldım ve hafifçe titreyerek annemi aramaya başladım.
Annem oturma odasında, bir kanepenin ucuna kıvrılmış, elinde bir fincan kahveyle “Tavuk Suyuna Çorba- Kadınların Yüreğini Isıtacak Hikayeler”i okuyordu. O kadar normal ve o kadar her zamanki gibi görünüyordu ki. Aradaki tek fark eskiden egzotik romanlar okuyup gerçek anlamda makyaj yapmasıydı. Yeni kocası her ikisine de izin vermiyordu (ne pislikti ama).
“Anne?”
“Hı?” Kafasını kaldırıp bana bakmamıştı.
Güçlükle yutkundum. “Annecim.” Ona John’la evlenmesinden önceki günlerdeki gibi seslenmiştim. “Yardımına ihtiyacım var.”
Beklenmedik bir anda “annecim” kelimesini kullanmamdan mı yoksa sesimdeki bir şeyin içinde bir yerlerde hala var olan annelik güdüsünün eskiden kalma bir kırıntısına dokunmasından mı bilmem, kitabından ayrılıp bana çevirdiği gözlerinde bir yumuşaklık ve endişe vardı.
Tam “Ne oldu, bebeğim…” diyerek söze başlamıştı ki, gözleri alnımda ki İşarete takılınca, kelimeler dudaklarında donuverdi.
“Ah, Tanrım! Bu sefer ne yaptın?”
Kalbim yine acımaya başlamıştı. “Anne, ben bir şey yapmadım. Bu benim yüzümden olan bir şey değil, başıma gelen bir şey. Benim bir hatam yok.”
“Ah, lütfen, hayır.” Annem sanki ben tek kelime dahi etmemişim gibi ağlamaklı bir sesle konuşuyordu. “Baban ne diyecek?”
Babamı son on dört senedir görmediğimize ya da ondan haber alamadığımıza göre, ne diyeceğini nereden bilebiliriz ki diye haykırmak istiyordum. Fakat bunun bir işe yaramayacağını biliyordum. Üstelik ona John’un “gerçek” babam olmadığını hatırlatmam annemi her zaman delirtirdi. Bu yüzden, üç sene önce vazgeçtiğim farklı bir taktik denemeye karar verdim.
“Anne,lütfen. Ona söylemesen olmaz mı? en azından bir iki günlüğüne? Şeye kadar aramızda kalsa? Ne bileyim, biz bu duruma alışana kadar ya da onun gibi bir şey işte…” Nefesimi tuttum.
“Ama ona ne diyeceğim? O şeyi makyajla kapatamazsın ki” sinirli bir tavırla alnımdaki hilale bakarken dudakları tuhaf bir biçimde bükülmüştü.
“Anne, biz alışana kadar burada kalacağımı söylemedim ki. Gitmek zorunda olduğumu sende biliyorsun.” Sert bir öksürük omuzlarımı sarsarken duraksamak zorunda kaldım. “İz Sürücü beni işaretledi. Gece Evi’ne taşınmak zorundayım yoksa gittikçe daha beter hastalanacağım.” Gözlerimle, sonra da öleceğim demeye çalıştım. Bu kelimeleri gerçekten söyleyemezdim. “Sadece birkaç gün daha istiyorum, yani yüz yüze gelmeden önce…” Adını söylememek zorunda kalmamak için durdum ve bu defa kendimi zorla öksürtmeye başladım. Bu hiç zor değildi.
“Babana ne diyeceğim?”
Sesine yansıyan panik içimi korkuyla doldurmuştu. Anne olan o değil miydi? Soru sormak yerine cevapları buluyor olması gerekmez miydi?
“Sadece… Ona sadece hazırlamamız gereken büyük bir biyoloji projemiz olduğu için birkaç gün boyunca Kayla’da kalacağımı söyle.”
Annemin gözlerinin değiştiğini görebiliyordum. Bakışlarına yansıyan endişe kaybolurken yerini çok ama çok iyi tanıdığım sertliğe bırakıyordu.
“Yani benden ona yalan söylememi istiyorsun.”
“Hayır, anne. Söylemeye çalıştığım şu: Sadece bir defa olsun, benim ihtiyaçlarımı onun isteklerinin önüne koymanı istiyorum. Anneciğim gibi davranmanı istiyorum. Eşyalarımı toplamama yardım etmeni ve beni şu yeni okula götürmeni. Çünkü korkuyorum, hastayım be bunu tek başıma yapabileceğimden emin değilim” Sözlerimi aceleyle bitirirken, hızlı hızlı nefes alıyor ve avcuma öksürüyordum.
“Annem olmayı bıraktığımın farkında değildim,”derken sesi buz gibiydi.
Beni, Kayla’dan bile çok yormuştu. İç geçirdim. “Bence sorun da bu zaten, anne. Bunu farkında olacak kadar önemsemiyorsun. Onunla evlendiğinden beri, John’dan başka hiçbir şeyi önemsediğin yok zaten.”
Gözlerini kıstı. “Nasıl bu kadar bencil olabildiğini anlamıyorum. Bizim için yaptığı onca şeyi göremiyor musun? Onun sayesinde Dillars’taki o berbat işten ayrılabildim. Onun sayesinde para konusunda endişelenmek zorunda değiliz ve bu büyük ve güzel eve sahibiz. Onun sayesinde güvencemiz ve parlak bir geleceğimiz oldu.”
Bu sözleri o kadar çok duymuştu ki, neredeyse onunla birlikte söyleyebilirdim. Genelde konuşmamızın bu kısmına gelince özür dileyip odama giderdim. Ama bu gün özür dilemeyecektim. Bu gün farklıydım. Her şey gibi.
“Hayır, anne. Gerçek şu ki, onun yüzünden son üç senedir çocuklarına hiç ilgi göstermiyorsun. Büyük kızının futbol takımının neredeyse yarısıyla yatmış, sinsi ve şımarık bir sürtüğe dönüştüğünün farkında mısın? Kevin’in senden ne kadar pis ve kanlı video oyunları sakladığının? Tabii ki değilsin. İkisi de mutlularmış gibi, John’un ve bütün bu lanet olasıca duy-da-inanma aile kurgusunu seviyorlarmış gibi davranıyor. Sen onlara gülümseyip şükran duyuyor ve her istediklerini yapmalarına izin veriyorsun. Ya ben? Benim kötü olduğumu düşünüyorsun çünkü ben rol yapmıyorum, çünkü dürüstüm. Biliyor musun? Hayatımdan o kadar bıktım ki İz Sürücü’nün beni İşaretlemesine memnun oldum! O vampir okuluna Gece Evi diyorlar ama inan bana, bu mükemmel evden daha karanlık olamaz!” Ağlamak ya da çığlık atmak gibi bir hataya düşmeden, hızla döndüm ve canhıraş bir şekilde odama girip kapıyı var gücümle çarptım.
Umarım hepsi boğulup gider.
Gereğinden fazla ince duvarlardan annemin John’la isterik bir telefon konuşması yaptığını duyabiliyordum. Üvey-zavallının hakkımdan gelmek için, hiç vakit kaybetmeden eve koşacağından adım gibi emindim. Sorun. İçimden geldiği gibi yatağıma oturup hıçkırarak ağlamak yerine, sırt çantamdaki okul döküntülerim yatağın üstüne boşalttım. Gittiğim yerde bunlara ihtiyacım olacak mıydı sanki? Orda büyük ihtimalle normal dersler bile yoktu. Büyük olasılıkla, İnsanların Gıdıklarını Deşme 101 veya Karanlıkta Görmeye Giriş gibi dersler olacaktı. Ya da her neyse işte.
Annemin ne yapıp yapmayacağının bir önemi yoktu. Burada kalamazdım. Gitmek zorundaydım.
Yanıma ne almam gerekirdi acaba?
Üstümdekinin dışında, en sevdiğim iki kotumu. Birkaç siyah tişört. Ne bileyim, vampirler başka ne giyerler ki? Ayrıca, bu tişörtler beni zayıf gösteriyor. Tam simli, cam göbeği mavi askılı bluzumu es geçiyordum ki birden bu kadar çok siyahın moral bozucu olduğuna karar verip onu da çantama attım. Sonra bir yığın sutyen ve külotla birlikte saç ve makyaj ıvır zıvırlarımı da yan gözlere tıktım. Az kalsın Baylık Otis’i (iki yaşındayken balık diyemiyordum) yastığımın üstünde bırakıyordum. Fakat… İşte… Vampir bile olsam onsuz pek rahat uyuyabileceğimden emin değildim. Bu yüzden nazik hareketlerle lanet olası sırt çantama yerleştirdim.
Ve tam o anda kapımın vurulduğunu duydum. Hemen arkasından o şeyin sesi geldi.
“Ne?” diye bağırdım. Ve yeni bir öksürük krizine girdim.
“Zoey. Annenle benim seninle konuşmamız gerek.”
Harika. Demek ki boğulmamışlardı.
Balık Otis’i okşadım. “Otis, bu iğrenç bir şey.” Omuzlarımı dikleştirdim, bir kez daha öksürdüm ve düşmanımla yüzleşmeye gittim.